İşçi sınıfının gizli yaralarının şairi: Philip Levine
İşçi sınıfının gizli yarlarının şairi, büyük işçi şair Philip Levine’i 14 Şubat’ta, 87 yaşında yitirdik.
Levine, uluslar arası Pulitzer ödülüne, iki kez aldığı Amerikan Ulusal Kitap ödülüne, Amerikan Kongre kütüphanesinin her yıl bir şaire verdiği Büyük Usta Şair ünvanına sahipti. Ancak aldığı şiir ödülleri ve ünvanlarının, öğretim üyesi olduğu üniversitede İngilizce ve edebiyat dalında yükseldiği profesor ünvanı dahil, bir önemi yok. Çünkü o, hep ömrünün ilk yarısını ve babası ve ağabeyini çarkları arasında bıraktığı bir Detroit fabrikaları işçisi olarak kaldı. Ömrünün son günlerine kadar yalnızca işçi sınıfının şiirini yazdı.
Son 35 yılda aldığı onca büyük ödül ve ünvana karşın hep bir işçi olarak sade yaşadı. Kendini hep işçi sınıfına, 1930’ların kara buhranında işsizlik ve sefalatten ölen işçi babasına, 1948’de Detroit fabrikalarında aşırı çalışma takatsizliğinden ölen işçi ağabeyine, çalışma acısından ölen sayısız işçi arkadaşına sorumlu hissetti. İşçi şiirlerinin ününü istismar etmeye çalışan elit edebiyat ve akademi çevrelerine, şiirlerini seçim kampanyasında kullanmaya kalkışan burjuva politikacılara, sosyete ve medya alemlerine asla tenezzül etmedi. Öldüğünde, o da ancak 15 yıl önce, 72 yaşındayken alabilmiş olduğu bir evinden başka hiçbir maddi varlığı yoktu! Onu da, bir röportajında, sanki işçi sınıfına karşı bir suçmuş gibi, “15 yıl önce Amerika’da işçiler de ev alabiliyordu” diye utana sıkıla söyler. Aldığı ödül ve ünvanlardan bile utanır. Yine başka bir röportajında, “ben örgütlü bir işçiydim (“I was a union man”)” bana verdikleri bu ödülü alırsam sınıfıma ihanet mi etmiş olurum diye tereddütler yaşadığını, ödülleri işçi sınıfının yaşadıklarını daha geniş kitlelere anlatabilmek için kabul ettiğini, ancak para ödüllerini ve sanat ve sınıf istismarcılığını kesinkes reddettiğini anlatır.
Türkiye’de Levine’in şiirlerinin bir çeviri seçkisinin bile yayınlanmamış olması, Levine’in kendini markalaştırmaya ve piyasalaştırmaya gönül indirmemesi ve herhalde, işçi şiirinin yayınevi piyasası açısından para etmemesine ilişkindir. Ancak Türkiye’deki sol, devrimci, sosyalist iddialı, iyi dil bilen yazar ve şairlerin, şiir-edebiyat çevirmenlerinin dünyada bu kadar nadir bulunan bir şeye, evrensel proletaryanın evrensel proleter şairlerine ilgisizliği neyle ve nasıl açıklanır? Nadir bulunan, diyoruz: Elbette işçi sınıfı üzerine yazılan çok şiir vardır, fakat işçi sınıfının emek ve yaşam sürecinin dolaysızca içinden, dolaysızca proleter şair sayısı çok azdır. Nazım’ın bile dolaysızca işçileri anlattığı şiirleri veya şiir bölümleri en az okunan, bestelenmeye en az uygun görünenlerdir. Tıpkı Marx’ın Kapital’inin 1. Cildindeki, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını ayrıntılı biçimlerde anlattığı bölümlerin, pek Marksist aydınlar tarafından en fazla görmezden gelinen, hiç “derin” ve “teorik” bulunmayan bölümleri olması gibi. İşçi sınıfının yalnız kent merkezlerinde, sosyal yaşamda, medyada değil akademik ve entelektüel alanda, kültür ve sanatta da görünmezleştirilmesi, işçi sınıfına neoliberal despotik saldırının bileşenidir.
İşçi sınıfının gizli yaraları
Rusya’dan Amerika’nın Detroit otomotiv kasabasına göçmüş, yahudi ve yoksul bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasını 1930’lu kara buhran yıllarında açlık ve sefaletten kaybetti. Bir yandan okulunu sürdürmeye çalışırken, 14 yaşından itibaren işçi olarak çalışmaya başladı. Detroit fabrikalarında geçici, yevmiyeli işçi olarak çalıştı. Çok geçmeden Detroit otomobil fabrikalarının iş ilanlarına birlikte başvurdukları, birlikte işçi alım kuyruklarında bekledikleri, tek bir çift ayakkabıyı dönüşümlü olarak giyip vardiyalı çalıştıkları ağabeyini de 22 yaşındayken kaybetti. Ağabeyinin bir gün işten eve ölü gibi takatsiz geldiğini, dönüşümlü giydikleri ayakkabıları çıkartıp “bunları alabilirsin” dedikten sonra uykuya daldığını ve bir daha uyanmadığını, en sarsıcı şiirlerinden birinde anlatır. O dönem aşırı çalışmaktan tükenmiş işçilerin uykuda ölümü, oldukça yaygın bir işçi ölümü biçimiydi. Bunu insanı yüreğinin en derininden vuran “Alabilirsin Onları” şiirinde anıtlaştırmıştır. Yine en güçlü şiirlerinden biri olan “İş Nedir” de ve bir çok başka şiirinde ağabeyinin ve arkadaşı, tanıdığı olan işçi arkadaşlarının ölümleri, derin ve onulmaz bir işçi yarası olarak yer almaya devam eder. Levine’in şiiri, bugün “işçi sınıfının gizli yaraları” dediğimiz olgunun en sarsıcı anlatımlarından biridir.
ALABİLİRSİN ONLARIAğabeyim işten eve gelir
ve çıkar merdivenlerden odamıza.
Yatağın gıcırdadığını duyabiliyorum ve ayakkabılarının düştüğünü yere,
tek tek. Alabilirsin onları, diyor.
Ayışığı pencereden vuruyor
ve traşsız yüzü aydınlanıyor
ayın yüzü gibi. Uyuyacak
ikindi üstünden çok sonraya ve uyandığında beni gitmiş bulacak.
Otuz yıl geçecek ben tekrar hatırlayıncaya dek
o anı, aniden anlamıştım her işçinin
tam yaşamla yüzleşmeye büyüdüğü anda uyuyan,
uyurken ölen bir ağabeyi olduğunu,
ve onların birlikte ancak bir işçi ettiğini,
paylaşan her zaman emek diye atan bir kalbi, sararmış
ve çatlamış elleri, kocaman solukları yutan
ve soran bir ağzı, Şimdi bunu mu yapacağım, bayım?
Her akşam buz fabrikasında su oluğunu
gümüşi kalıplarla besler ve sonra ben
portakallı soda sandıklarını istiflerim çocukları için
Kentucky’nin. Her dakika bir gri kamyon vardır yüklenen
iki de bekleyen. Biz sadece 20 kişiydik
bu kadar kısa zamanda bu işi yapan ve her zaman
yanlış giysiler içindeydik, kirden
ve terden katılaşmış. Şimdi düşünüyorum da
aslında hiçbir zaman 20 kişi değildik.
1948’de Henry Ford’un uzak amaçları için
de la Mothe Cadillac tarafından kurulan
Detroit şehrinde, kimse uyanmadı veya ölmedi,
kimse sokaklarda yürümedi veya fırın ateşini karıştırmadı,
çünkü böyle bir yıl hiç olmadı, ve şimdi o yıl
kayboluyor eski gazetelerden,
takvimlerden, doktor randevularından, bonolardan,
evlenme cüzdanlarından, şoför ehliyetlerinden.
Şehir uyudu. Kar buza dönüştü.
Gölleri ve nehirleri tutan çatlamış buzlar
sulama hendeklerinde yarışıyor. Sonra parlak çimenler yetişti
binlerce karonun kırıkları arasından
sonra o çimenler de öldü. Size 1948’i geri veriyorum.
Size ondan sonraki tüm yılları veriyorum
gelecek yıla kadarki. Bana ayı geri verin
bir yüzün üstüne düşen donuk ışığıyla.
Bana genç ağabeyimi geri verin, sert
ve telaşlı, geniş omuzlu
ve Tanrı’ya küfür eden ve yanan gözleriyle
tüm eserine bakıp, Onları alabilirsin, diyen.
1940’lı yılların sonlarından 1958’e kadar Detroit’in Ford, Cadillac, Chevrolet fabrikalarında, kasnak ve dingil atelyelerinde, montaj hattında bir işçi olarak çalıştı. Çocukluğundan beri şiire ilgisi ve yeteneği vardı. Okuldaki edebiyat derslerini ve öğretilen resmi şairleri sevmiyor, radyodan dinlediği gospel ve caz ritmleriyle amatör şiirler yazmaya çalışıyordu. İşçi olarak çalıştığı dönem boyunca Detroit ve fabrikalara dair bir şiir yazmadı, yazdıklarını da kimseye göstermeden buruşturup attı. Bunu bir röportajında, “fabrikadan, işlikten, montaj hattından, bize davranma şekillerinden ölümüne nefret ediyordum. İşten çıkınca bir saniyeyi bile fabrikayı düşünerek geçirmek bana ölüm gibi geliyordu” diye açıklar. Başka bir röportajında “Detroit’i sadece Pazar günleri severdim” der. Her gün işten sonra büyük bir disiplinle devam ettiği bir üniversitenin halka açık edebiyat dersleri gece kurslarında, şiire olan büyük yeteneği bir edebiyat öğretmeninin dikkatini çekti. Öğretmeni ve bazı sol akademisyenler ve yazarlar sendikasının desteğiyle yayınladığı ilk şiir ve kitaplarının ünü, 60’lı yıllarda Amerika’da yükselen sol rüzgarlarla birlikte, sol işçi, aydın, akademisyen, öğrenci çevrelerinde yayılır. Bir öğretim üyesi olarak ekonomik durumunu bir nebze toparlayıp şiir çalışmalarına yoğunlaşma fırsatını bulduktan sonra, unutulmaz işçi sınıfı şiirlerini yazmaya başlar. Nefret ettiği Detroit’e bir daha hiç dönmez. Ama ömrü boyunca Detroit’in, otomobil ve diğer fabrika işçilerinin şiirini yazacaktır. Ondaki işçi yaralarını, işçi nefretini, işçi sorumluluğunu, disiplinini, mutavazılık, yalınlık ve hatta mahcubiyetini, yalnız şiirlerinde değil, aldığı her ödülle tepesine doluşan ünlü gazete muhabirlerinin saçma sapan sorularına verdiği kısa yanıtlarda, son fotoğraflarında bile görmek mümkündür.
Şiiri dikkatsiz okur için, ilk bakışta, “sıradan insanların, sıradan yaşamlarının, sıradan olaylarının, sıradan öyküleri” gibi görünür. Nitekim ABD emperyalist burjuvazisi, ancak Amerikan işçi sınıfının direncini bir süreliğine kırıp onu bir tehdit olarak görmemeye başladığı, 1980’li yıllardan itibaren, Levine’in şiirini “sıradan insanların sıradan yaşamının da anlamlı ve değerli olabileceği” türünden ahmakça bir popülizm ve pohpohlama ile ona ödüller yağdırmaya başlamıştır. Öyle ya, burjuva hamkafalara, sanat piyasasının yüksek otoritelerine göre, bir işçinin iyi şiir yazması, hem de gündelik çalışma ve yaşam süreçleri gibi en “sanat dışı” sayılan şeylerin şiirini yazması, pek hayret vericidir!
Çalışma acısı
Bugün her yıl binlerce işçinin işçi cinayetleri ve meslek hastalıklarında yıkıma uğradığı Türkiye gibi bir ülkede, böylesine trajik ve isyan ettirici bir toplumsal olayın bile – bir iki istisnai örnek dışında- şiiri, öyküsü, romanı yazılmıyorsa, müziği, resmi, heykeli, filmi yapılmıyorsa, zamanın çoğunu kesen çalışma süreçlerindeki sınıf acısı ve öfkesi sanatın konusu olamıyorsa, sanat niye var diye sormak gerekir?!
FABRİKAYI ÇALIŞTIRMAK1 metrelik mavi nitro tüpleri
montaj hattı boyunca, akıyor yavaşça
konuşuyor sessizliğin lisanını.
Çatıda, yüzümde iş maskesiyle ben
yamıyorum asbestli gaz borularının
bir meşe palamutu gövdesi kadar geniş
çeperlerini. “Bunlar burada
fabrikanın damarları, içlerinden
kan akar.” Çalışırız biz yağmurda,
sıcakta, karda, boranda. İlk ılık
bahar meltemi esiyor Ohio’dan, ben
merdivenin tepesinde durmuş
bakıyorum manzaranın geniş açısına, uzanan
ırmaktan ta aşağıya ve ötesine. Güneş ışınları
boşanıyor duran ve hareket eden
marşandiz vagonu katarlarının üstüne, yeni tarlaları
boy veriyor yaban otlarının, sulanan
vadiler, sahte dağlar kömürden
ve curuftan. Ufkun sonuna doğru
yuvarlanan bulutların para kadar
karanlık bir kütlesiyle dönüyor hava.
İşçi sınıfı yapamaz diyen burjuva önyargının şiirde de çöküşü: Linzi ve Levine
Oysa Linzi Xu ve Philip Levine gibi büyük proleter şairlerin varlığı – hem de her şeyin işçi sınıfının atomize edilmesi ve görünmezleştirilmesi için olduğu şu neoliberal kapitalizm çağına meydan okuyan varlığı-, tıpkı yaşamları ve mücadeleleri gibi şiiri de o tam fabrikasyon, yıkıcı çalışma koşullarından dişle tırnakla çıkardıkları varlığı, yalnızca şuna işaret eder: İşçi sınıfı yönetemez, kendi kararlarını kendi alamaz, kendi sanatını yapamaz; yönetmek, politika, bilim, kültür, sanat, felsefe, spor gibi pek yüksek işler, ancak burjuvazinin ve onun arpalığından yetişmiş olan uşaklarının harcıdır diyen o gerici burjuva önyargının gümbürtüyle çöküşü! Linzi ve Levine gibi büyük proleter şairlerin varlığı, işçi sınıfında, burjuvazi ve uşaklarınınkini en fazla acınası bir çöplük olarak solda sıfır bırakacak, sonsuz zenginlikteki bir yetenekler toplamının yattığını gösterir oysa. Linzi ve Levine gibi proleter sanat devleri bu kadar istisnai ise, bu dev çaplı proleter yaratıcılık volkanı üzerinde onu eze eze, sermaye ve mali oligarşisinin oturması, yetenekleri gün yüzüne çıkacak kadar şanslı olan işçilerin çoğunun da, piyasa çarkları içine çekilip çürütülmesidir. Yüzmilyonlarca işçiyi ve sınırsız yetenek potansiyellerini her gün eze eze kötürümleştiren bu sistem içinde Levine, şiir tutkusuna zaman, enerji ve olanak bulabildiği bir duruma geçiş yapabilmekte gerçekten “şanslı”dır! Linzi ise, bunun için aradığı 8 saatlik bir masa başı büro işini bile bulamayarak intihar etmiştir!
Oysa Linzi Xu ve Philip Levine gibi büyük proleter şairlerin varlığı – hem de her şeyin işçi sınıfının atomize edilmesi ve görünmezleştirilmesi için olduğu şu neoliberal kapitalizm çağına meydan okuyan varlığı-, tıpkı yaşamları ve mücadeleleri gibi şiiri de o tam fabrikasyon, yıkıcı çalışma koşullarından dişle tırnakla çıkardıkları varlığı, yalnızca şuna işaret eder: İşçi sınıfı yönetemez, kendi kararlarını kendi alamaz, kendi sanatını yapamaz; yönetmek, politika, bilim, kültür, sanat, felsefe, spor gibi pek yüksek işler, ancak burjuvazinin ve onun arpalığından yetişmiş olan uşaklarının harcıdır diyen o gerici burjuva önyargının gümbürtüyle çöküşü! Linzi ve Levine gibi büyük proleter şairlerin varlığı, işçi sınıfında, burjuvazi ve uşaklarınınkini en fazla acınası bir çöplük olarak solda sıfır bırakacak, sonsuz zenginlikteki bir yetenekler toplamının yattığını gösterir oysa. Linzi ve Levine gibi proleter sanat devleri bu kadar istisnai ise, bu dev çaplı proleter yaratıcılık volkanı üzerinde onu eze eze, sermaye ve mali oligarşisinin oturması, yetenekleri gün yüzüne çıkacak kadar şanslı olan işçilerin çoğunun da, piyasa çarkları içine çekilip çürütülmesidir. Yüzmilyonlarca işçiyi ve sınırsız yetenek potansiyellerini her gün eze eze kötürümleştiren bu sistem içinde Levine, şiir tutkusuna zaman, enerji ve olanak bulabildiği bir duruma geçiş yapabilmekte gerçekten “şanslı”dır! Linzi ise, bunun için aradığı 8 saatlik bir masa başı büro işini bile bulamayarak intihar etmiştir!
Levine’in şiirleri, proleter yalınlığı içinde derin ve sarsıcı; sessizliği içinde, insanın yüreğinin ve kafasının en derininden patlayan bir dinamit gibidir. Proleter sanat, herkesin, her işçinin okuyup anlayabileceği, dahası öz yaşam deneyimlerinden en iyi bildiği, belki bin kez yaşadığı ve gördüğü kesitler içinden, o büyük sınıf acıları ve öfkesi lavlarının dipten gelen dalgasını açığa çıkarabilmek, işleyebilmek, harekete geçirebilmektir.
Hemen her şiirine, işçilerin gündelik yaşamından en “sıradan” bir kesiti, en “sıradan” bir tarzda anlatmakla başlar. Bir işçi sofrasında tuzluk ve su bardağı, sokak tablacısından alınan bir kilo patates, pişen ekmeğin kokusu, işten yorgun argın dönen işçinin uyuya kalması veya bir işçi alım kuyruğunda saatlerce bekletilen işçilerin iki ayakları üstünde hafifçe sallanması… Veya fabrika çalışmasının “sıradan” işleri: Montaj hattı, sürüye sürüye taşınan malzemeler, kamyona yüklenen sandıklar, kaynak ve tesviye işleri, torna tezgahları, makinaların uğultusu, kırmızı demir tozu, zift, asbest, nitrojen tüpleri, terli ve kirli iş elbiseleri… Veya bir büyük sanayi şehrinin “sıradan” manzaraları: Marşandiz vagonları, nakliye kamyonları, ambarlar, yüklenen boşaltılan malzeme dağları, kömür ve curuf yığınları, kurumuş tarlalar… Fakat şiiri okumayı bitirdiğinizde gözünüzün üstüne sert bir proleter yumruk yemiş gibi olursunuz. Boğazınıza takılan acı ve öfke yumrusu günlerce orada kalır. “Sıradan” işçilerin tüm o “sıradan” çalışma ve yaşam olguları, olayları, nesneleri bir ateş topuna dönüşür, işçi sınıfının birikmiş acısı ve öfkesiyle birlikte içinize akar. Tam da bunları doğal gören o asıl sıradan algı ve düşünce dünyasını alt üst eder. Olanca sesinizle haykırmak, sokağa çıkıp çılgınca koşmak, önünüze çıkan her insanı tutup “biz işçiyiz, işçiii!” diye sarsmak istersiniz.
“İşçilerin işyerlerinde çalışırkenki korkunç sessizliğinin sesi olmaya çalıştım, en azından denedim” der. “Girdiğim ilk işyerlerinde işçilerin nasıl bir mezar sessizliğiyle çalıştığını görünce, çok şaşırmıştım. İş gereği dışında kimse konuşmaz, iş gereğini de zaten formenler söyler. Makine uğultusunun her şeyi bastırdığı işliklerde ise işçilerin her biri kendi başına avazları çıktığı kadar şarkı söyler, küfür eder, ya da kendi kendine konuşurlar. Ama ne birbirlerini duyarlar ne de kimse onları duyar. İşçiler böyle çalışır, sessiz. Benden illa edebi laflar bekliyorsanız, Amerika’daki edebi jargonla, işçiler duyulmazlar ve görünmezler. Kimse işçilerle de işçiler adına da konuşmak istemez. İşte ben de bir cahil cesaretiyle işçiler için, işçiler adına, bir işçi olarak konuşmaya giriştim. Ve tüm yaşamım bundan ibaret hale geldi. Başardım mı? En azından denedim.”
İş/çalışma nedir?
Şiiri ilk bakışta, bir solukta okunuverecek nesir-öykü parçalarına benzer. Ancak, ne yazık ki Türkçeye tam çevirme olanağı olmayan, çok güçlü, gospel, soul ve blues müzikalitesi, ve asıl daha güçlü semantik bir iç tını taşır. Tekil imge, benzetme ve uyak çok azdır, imge şiirin bütününden, asıl olarak okurun kendi içinden, öz yaşam deneyiminden patlar. Levine’in şiir tekniği ve estetiği üzerine sempozyumlar yapılmıştır, fakat o kendi şiirinden konuşmayı pek sevmez. Genellikle Detroit’teki işçilik deneyimlerini anlatmakla yetinir. “İş Nedir” de, kendi yaşadığı işçilik/işsizlik yarasının evrensel ifadesidir. Ford fabrikası işçi alımı yapacağını gazete ilanıyla duyurur, iş isteyenin sabah 8.00’de kapıya gelmesini buyurur. Levine 8.00’de iş alım kuyruğuna girer, işçiler 2 saat ayakta ve yağmur altında kuyrukta bekletildikten sonra ancak “bir yetkili” gelir, “bugün işçi alımı yok!” deyip kapıları kapatır. Levine tam 50 yıl sonra bu olayı bir röportajında anlatırken, hala öfkeden zangır zangır titremekte, gözlerinden yaşlar akmaktadır. “8.00 deyip neden 2 saat beklettiklerini düşünmeye başladım. Sonra anladım. Bizi 2 saat beklettiler, çünkü iş için 2 saat beklemeye can atan kişiler olmamızı istiyorlardı. Yani robotlaştırılmayı yeterli düzeyde sineye çekecek olanları…” der. 2 saat yağmurda bekletilmek, milyonlarca işçinin şehirler boyunca taban teptiği sayısız iş başvurusundan boşuna yanıt bekleyip durması… Ne kadar “sıradan”, “sanat kapsamı dışında” olaylar değil mi? İşçilerin işin/çalışmanın ne demek olduğunu nefretle öğrenmesi üzerine, işçi sınıfının “gizli yaraları” üzerine yazılmış, belki de en yalın ve en sarsıcı şiirlerden biridir.
İŞ NEDİRUzun bir kuyrukta dizilmiş
bekliyoruz, Ford Highland Fabrikası önünde. İş için.
İş nedir bilirsiniz- bunu okuyacak yaştaysanız
işin ne olduğunu
bilirsiniz- işbaşı yaptırılmayacak olsanız da.
Boşverin şimdi sizi. Bu beklemek hakkındadır
bir ayaktan öbürüne ağırlık kaydırıp durarak.
Hissederek hafif yağmuru, çiğ gibi
saçınıza dökülen, görüşünüzü bulandıran.
Kendi öz ağabeyinizi gördüğünüzü sanarak,
önünüzde bir yerlerde, belki on sıra.
Gözlüğünüzü silersiniz parmaklarınızla,
ve tabii ki o bir başkasının ağabeyidir,
omuzlarının arası sizinkinden
daha dardır ama aynı üzgün eğik baş, bir sırıtış
inatçılığını saklayamayan,
hüzünlü reddedilme duygusu, onca teslimiyete rağmen
yağmura, beklemeye harcanan saatlere,
ve önlerde bir yerlerde bir adamın “Hayır,
bugün işçi almıyoruz” diyen bilgisine, keyfinin
istediği herhangi bir nedenle. Ağabeyinizi seversiniz,
şimdi aniden, yanınızda veya arkanızda
veya önünüzde olmayan ağabeyinize doğru akan
sevginize güç bela direnirsiniz, çünkü
o evde, Cadillac Fabrikasındaki
hastalıklı bir gece vardiyasından sonra,
uyumaya çalışıyor, ki öğleden önce
kalkabilsin, Almancasına çalışmaya.
Gece vardiyasında 8 saat çalışır, orda şarkı söyler,
Wagner’den, en nefret ettiğiniz opera,
ezel ebed yaratılmış en berbat müzik.
Ne kadar zaman oldu onu sevdiğinizi
söyleyeli, geniş omuzlarından sımsıkı tutarak,
gözlerinizi sonuna kadar açarak, o kelimeleri söyleyeli,
belki yanağına bir de öpücük kondurup? Hiçbir şeyi
bu kadar basit, bu kadar açık yapmazsınız,
çok genç olduğunuzdan değil ya da çok sersem olduğunuzdan,
kıskanç olduğunuzdan da değil ya da kötü niyetli
ya da başka bir insanın varlığına
tahammül edemediğinizden de değil, hayır,
sadece bilmediğinizden; İşin ne olduğunu.
“İstesem de asla unutamam” diyor fabrika işçiliği yılları için. Ama ayakta kaldıysam, sayısız kişilik sahibi, paylaşımcı, dayanışmacı, güçlü ve cesur işçi arkadaşım sayesinde, diye sürdürür. “Sessiz Söylenebilecek Ne Varsa Tek Kelime Bile Etmeden Anlatırdı” başlıklı şiirinde, işçi arkadaşı Frankie’yi şöyle anlatır:
Ondan bir sigara ya da ateş istediğinizde
cebinin diplerinde ne varsa karıştırır
size onları uzatırdı: bir çakı, ter silmekten kararmış
buruşuk bir mendil, bir dolarlık bir kağıt para,
bir metro jetonu. Siz açsanız ve ateş istiyorsanız,
anlar, o küçük ayaküstü lokantasının önünde,
tek kelime etmeden
yediği sandiviçin yarısını uzatırdı.
Gerçeği, sadece gerçeği…
“Benim yakalamaya çalıştığım, raslantısal gerçek değil” der, “gerçeğin bam teli, yaşadığımız olguların içimize işlediği, çoğu zaman farkında bile olmadığımız ya da derinlere bastırdığımız duyguların ta kendisi. Gerçeğe yalnızca gözlemle ulaşılabileceğini sanmak saçmadır. Deneyimimizi bu duygular işler ve şekillendirir. Şiiri oluşturan hayal gücüdür. Bir şiir yazmaya oturduğunuzda bir şeyler sezer ama ne çıkacağını tam bilmezsiniz. Şiirin akışını takip etmeniz gerekir. Sizi şaşırtacaktır. Söylemeyi ummadığınız şeyleri söyleyecektir. Nereye gideceğini tam bilmezsiniz, ama bir şeyler olduğunu ve bunu yazmak zorunda olduğunuzu bilirsiniz. Ve şiirin nereye gittiğini anladığınızda, zaten onu yazmışsınız demektir. Geriye kalan yalnızca derindeki bir şeyleri açığa çıkaran duygu ve düşüncelerin şiddetini yansıtan dilsel ve teknik işlemedir.”
BASİT GERÇEK
Bir buçuk dolara küçük kırmızı patateslerden satın aldım
eve getirdim, kabukları içinde kaynattım,
ve yedim onları akşam yemeğinde bir parça yağ ve tuzla.
Sonra kurumuş tarlaların içinden yürüdüm
şehrin kıyılarına. Haziran ortasında ışık
ayaklarımın daldığı karanlık saban çukurlarının üstünde asılı duruyor
ve akşam için toplanan kuşların üstünü
meşe palamutları örtüyor, alakargalar ve taklitçi kuşlar
önden arkaya acı acı bağırıyor, ispinozlar hala
toz ışınlarına dalıp çıkıyor. Bana patatesleri satan kadın
Polonya’dandı, pembe şeritli süeter ve güneş gözlüğü
içindeki çocukluğumdan çıkmış birisiydi
yol kenarındaki tablasına dizdiği meyvelerinin ve sebzelerinin
kusursuzluğuna yemin billah ediyordu ve tadmam için beni sıkıştırıyordu
yol boyunca uzanan solgun ham mısır koçanların aynısının
New Jersey’den geldiğini iddia ediyordu. “Ye, ye” dedi,
“Yemesen bile yediğini farzedeceğim.”
Bazı şeyleri
yaşamınız boyunca bilirsiniz. O kadar basit ve gerçektirler ki
süssüz, ölçüsüz ve uyaksız söylenmeliler
masadaki tuzluğun, su bardağının, resim çerçevelerinin
büyüyen gölgelerinde batan güneşin
yanına konmalılar. Çıplak ve yalın,
kendileri için, kendi ayakları üstünde varolmalılar.
Arkadaşım Henri ile buraya birlikte geldik 1965’te
ben gitmeden önce, o kendini öldürmeye başlamadan önce,
ve her ikimiz de aşklarımıza ihanet ettik. Ne dediğimi
anlıyor musunuz? Bu soğanlar veya patatesler demektir, bir çitmik
basit tuzdur, eriyen yağın zenginliğidir, apaçıktır
gırtlağınızın arkasına bir gerçek gibi yapışır
hiç ifşa etmediniz çünkü zaman hep yanlıştı,
ömrünüzün geri kalanı boyunca orada durur, konuşulmaz,
pislikten yapılmış olana yeryüzü deriz, metale tuz deriz,
anlatacak sözcüklerimizin olmadığı bir form içinde,
ve siz bunun üzerinden bir hayat sürersiniz.
“Buna Müzik De” başlıklı şiirinin bir dizesinde söylediği gibi:
Daracık sokağa bakan odama güneş ışığı kusursuz bir açıyla düşüyor, içimden geçip dünyaya yayılırken bir kısmı süte bir kısmı demire dönüşüyor.
Tek bir dizede doğa, emek, sanat, yani işçi sınıfı, maddi ve zihinsel üretim süreci nasıl bu kadar yalın ve derin anlatılabilirdi? İşte Levine’in şiiri.
Bazı edebiyat eleştirmenleri, Levine’in şiirini karanlık ve umutsuz bulurlar. Bir eleştirmen, onun şiirlerini, “savaş kaybedildikten sonra sonsuz bir kuşatma altında geri çekilme savaşı veren gerillalar”a benzetir. Bu benzetme, 1968 yenilgisinden sonra yazdığı “Kaybedilenlerin İsimleri” (1976) başlıklı destan şiir kitabından gelir. Bu şiirlerinde 1930’lardaki İspanya İç Savaşı ve büyük bir sempati duyduğu İspanyol işçi devrimcileri ve enternasyonal işçi taburları ile Amerikan işçi sınıfının kalbi olan Detroit otomobil fabrikası işçilerinin büyük mücadeleleri ve yenilgileri, işçi sınıfının gelecek ideali sosyalizm umutlarının zayıflaması arasında, hem coşku hem de derin bir acı verici bir bağ kurar. Detroit işçilerinin dillere destan kolektif güç ve eylemleri, önce Mc Cartyism, sonra da otomobil fabrikalarının Avrupa ve daha ucuz ve örgütsüz işgücü ülkelerine kaydırılmasıyla, kırılmaya başlamıştır. Avrupa ve Amerika işçi sınıflarının reformist partiler, sendika bürokrasisi, Sovyet revizyonimi cenderesinde uzun bir gerileme/savunma savaşımlarına doğru çekildiği dönemlerdir. Çocukluğundan itibaren zihnine ve ruhuna çakılmış, kara buhran yılları, babası ve ağabeyini kaybetmenin travmatik etkileri, Detroit’in tüm o “Amerikan rüyası, Amerikan otomobili” şatafatı altındaki otomobil işçilerinin korkunç çalışma ve yaşam koşullarının bunda bir etkisi vardır. Ece Ayhan’ın “Şiirimiz Karadır Abiler” dizesi hatırlansın.
Levin’in aşk şiirleri de fabrika işçilerinin fabrikada, adeta üretim ve emek sürecinin bir parçası haline gelen aşklarına ilişkindir. Aynı üretim hattında çalışan bir kadın ve bir erkek işçinin aşk şiiri başka nasıl olabilirdi ki?
YAKINA GELMEKSessiz işçi kadını düşünün, cila tekerleğinin önünde
üç saattir ayakta,
ve daha yirmi dakikası var
öğle molasına. Bir kadın mı o?
Kollarını düşünün, bastırırken
güderiye uzun pirinç tüpü,
kolunun üstündeki triseps kaslarının, gerilince
üç başı görülüyor açıkça ve uzuyor ince çizgiler halinde.
Dudağının üstündeki ince kara tozu
nasıl sildiğini düşünün, kırmızı başörtüsünün altından
ter yatakları akıyor kaşlarının arasına
ve siliyor onları da kararmış bilek bantıyla,
bir çocuğun Hayır! Hayır! demek için yapabileceği
tek bir acaip refleksle. Daha yakına gelmelisiniz
anlamak için, kravatınızı ve ceketinizi
dolaplardan birine asmalısınız, siyah
bir iş elbisesi giyeceksiniz, hazırlanmalısınız
vardiya vardiya üstüne
yığındaki metal künkleri sürümeye,
eğilirsiniz önce, dizler bükülür vücut gerilir,
sonra ha gayret yüklenirsiniz, ikiniz arasında
ilk nezaket kelimesi, sonra yeni destelerini
getirmeye koşmalısınız cilalanmamış bela tüplerin. O kadını
beslemelisiniz, fabrika dilinde söylendiği gibi.
Yanlışım yok, işliğin bir dili var,
ve şans eseri elektrik kesilirse, tekerlek
yavaşlayıp durur, o zaman siz
onun yekpare katı bir nesne değil ama
mükemmel bir çember hareketi oluşturan
ne çok kıymık parçacığı olduğunu aniden farkedersiniz, kadın size dönüp
soracaktır, “Neden?” Neden bir haftanın beş gecesini
bu cehennemde harcamalıyım’ın şu eski neden’i değil.
Sadece, “Neden?” Bildiğiniz
bir sihir bile olsa, konuşmaya cesaret edemez,
kadının gülmesinden korkarsınız, o zaten şimdi
kirli elinin tıpırdayan beş parmağını
beyaz gömleğinizin koluna koymuştur, sizi
kendinize zimmetlemek için, şimdi ve sonsuza kadar.
Levin’in ömür boyu süren Detroit’le hesaplaşması, kendisiyle hesaplaşmayı da içerir.“İkili” başlıklı şiirinden bir parça:
“Ya aşıklar?” diye soruyorsun. Hiçbir şey yazmadım aşıklar hakkında.
Bak şunlara. Bulutlar, kamyonlar, trafik lambaları, bir akşam yemeği, kokusu
pişen ekmeğin, dilin kaosu, gece vardiyasında
sekiz saat, harcanan her soluğun hesabını tutan gözetmen.
Korkup yazmaya hiç cesaret edemediğim şeyleri duyabiliyor musun?
Neden bir çift daha gerçektir senden veya benden,
neden onları toplamak için bir daha hiç geri dönmedim,
ne kadar az şey ifade ediyorum şimdi kendime veya başkasına,
ne anlama geliyor tüm bunlar, nereden buluyorsun
tüm bu gerçeklere ve itiraflara dayanma sabrını?
Yine de Levine’in yer yer gerçekten travmatik biçimler alan şiirinin, tümüyle karanlık ve karamsar olduğu söylenemez. O işçi sınıfını yalnız acı çeken değil mücadele eden bir sınıf olarak anlatmış, fakat hiçbir süsleme, güzelleme ve dışsal dilek ve niyet yüklemeden, konformist ve sol okurun da beklediği ajitasyonal vaat ve katharsizle kolaya kaçmasına izin vermeden… Ölümleri, sefillikleri, korkuları, yaraları, sıradanlıkları ve sıradışılıkları, aşkları, kavgaları, cesaretleri, umutları ve umutsuzlukları, robotlaşmaları ve insanilikleri, onurlarıyla işçilerin gerçeğini, yalnızca “hardcore” (sert-çekirdeksel) gerçeğini anlatmıştır. Geleneksel kelime oyunları, teknik virtüözlük, çok anlamlılık, anlaşılmazlık, kişisellik, uçuculuk gibi “yüksek şairenelik” içermez onun şiiri. Levine’in “basit hikaye edici” şiiri, en bilineni ama bilinmezden gelineni, en görüneni ama görmezden gelineni, yani işçi sınıfının en somut gerçekliğini, neredeyse travmatik bir şiddetle ortaya koyar. İşçilerin en alışılageldik yaşam olay ve nesnelerinin varoluş sırrını amansızca, kanatırcasına deşer. Levine bir röportajında, kendi ideal şiir anlayışını şöyle özetler:“Okurken hiçbir kelime farkedilmemeli. Saydamlaşmış basit kelimelerin içinden sadece işçilerin, çalıştıkları ve yaşadıkları mekanların gerçeği olanca çıplaklığıyla görünmeli.” Bir başka edebiyat eleştirmeni, onun şiirini şöyle tanımlar: “Onunkisi duygusal olarak öylesine şiddetli, yoğun ama o ölçüde de kontrollü ve mütavazi bir şiirdir. Öyleki okuduğunuz şiirlerinin sayısı arttıkça, birikimli etkisi, sonunda sizi zangır zangır titretmeye başlar.”
Levine’in, yine ısrarla işçileri, Detroit’i anlattığı son şiirlerini topladığı Merhamet (1999), Nefes (2004), Dünyanın Haberleri (2009) kitaplarını değerlendiren bir edebiyat eleştirmeni şunları söyler: “Levine’in yapıtları ne kadar eski bir dönemi, Amerikanın bir dönemki gözbebeği, şimdi çöküp gitmiş olan bir büyük sanayi şehrini anlatırsa anlatsın insana onun şiirini okurken her zaman o yüksek aciliyet gerilimini yaşatır. Öldürücü çalışma koşullarına karşın, kendileri asla ölüp gitmekle kalmamış olan, fakat unutulmanın daha uzun ve sancılı ölümünden kurtarılması gereken işçileri anlatır.”
Levine’in, yine ısrarla işçileri, Detroit’i anlattığı son şiirlerini topladığı Merhamet (1999), Nefes (2004), Dünyanın Haberleri (2009) kitaplarını değerlendiren bir edebiyat eleştirmeni şunları söyler: “Levine’in yapıtları ne kadar eski bir dönemi, Amerikanın bir dönemki gözbebeği, şimdi çöküp gitmiş olan bir büyük sanayi şehrini anlatırsa anlatsın insana onun şiirini okurken her zaman o yüksek aciliyet gerilimini yaşatır. Öldürücü çalışma koşullarına karşın, kendileri asla ölüp gitmekle kalmamış olan, fakat unutulmanın daha uzun ve sancılı ölümünden kurtarılması gereken işçileri anlatır.”
Tatlı Dilek (parça)… yani ’48 yılında Cumartesi gecesiydi
işçi şehrinin tam kalbinde
Cadillac arabaları üretilirdi.
Doğrusu tüm o işçiler öldü
cennete gittiler en sevdikleri şarkıları söyleyerek
ve tüm Cadillaclar toprağa karıştı
ama o gece ürettiğimiz hiçbir şey
üretenlerden daha değerli değildi
Amerikan rüyasını kendi kabusları olarak üreten işçiler
Bir dönemki “Amerikan rüyasını” kendi kabusları olarak üreten Detroit Ford, General Motors, Chrysler işçileri… Ya da bölge gücü/küresel güç Türkiye rüyasını, kendi kabusları, işçi ceseti dağları olarak üreten Türkiyeli işçiler… Levine’in Detroit şiirleri bunun için evrenseldir. Her gerçek sanat yapıtının iki temel niteliği olan, ne zaman ve nerede yazılmış olursa olsun, evrensellik ve tüketilemezlik niteliğine sahiptir. Ve Levine’in şiirlerinin yarattığı aciliyet duygusu, bugün çok daha küresel ve acildir.
Levine’in şiirinin, nisbeten ve bir ölçüde benzerleri, ancak Çinli Foxconn işçisi Linzi Xu’nun şiirlerinde ve Nazım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları”nda bulunabilir. Nazım’ın şiirleri, dolaysızca işçilerin yaşamını anlattığı zaman bile, kısmen aynı yalınlıkta fakat kuşkusuz daha ideolojik ve felsefidir. “Şiirimizde yalnız onların öyküleri vardır” diyen Nazım’da bile olmayıp Levine ve Linzi’nin proleter kara gerçekçilik şiirinde olan farklı bir şey vardır: Bu işçilerin yaşamlarının tüm bastırılmışlığı, sıkıştırılmışlığı, kıstırılmışlığı içinde adeta patlayıcı bir travmatik duygusal şiddete, bir işçi şiddetine sahip bir şiirdir. Levine ve Linzi, işçi sınıfına mesaj veya ders vermeye çalışmazlar, kurtuluşun nerede ve nasıl olduğu göstermezler, fakat birer işçi olarak kendi içlerinde ne yaşıyorlarsa onu, yani işçilerin en sessiz çalışma anlarında bile her an her saat içlerinde zaptettikleri o korkunç sınıf gerilimini, sınıf karşıtlığının en dolaysız olduğu üretim sürecindeki o travmatik şiddet duygusunu, yansıtırlar. İşçi şiirlerindeki en büyük ustalık, kendi derdini ve duygularını ifade edemez olana dışsal bir tercüman olmaktan ziyade, işçi okura kendi özyaşam deneyimleriyle o şiiri bizzat kendi yazmış gibi hissettirmektir. Aslında “gibi”si bile fazla, proleter şiir kelimenin tam anlamıyla, tüm işçilerin öz yaşam deneyimlerinin, “gizli” yara ve öfkelerinin içinden geçerek yazılan, kolektif bir sınıf şiiridir.
Somut durumun somut şiiri
Levine’in yazı içinde sunmuş olduğumuz en ünlü şiirlerinden birkaçını çevirme çabamız üzerine birkaç söz: Şiir çevirisi her dilin ve kültürün kendine özgü yapısı nedeniyle zordur. Özellikle dış ses, ritm ve melodide kayıplar kaçınılmazdır. Ancak işçi sınıfının yaşadıklarının, özdeneyimlerinin, duygularının evrenselliği ve işçi şairlerin olağanüstü yalınlığı bu zorluğu bir nebze aşma olanağı vermektedir. Bu yüzden çok sınırlı serbest kültürel uyarlamalar dışında, şiirleri olabildiğince bire-bir çevirmeyi tercih ettik. Levine’in kendi şiirine ilişkin söylediği, okurken hiçbir kelime ve dize farkedilmemeli, hiçbir kelime kulağa ve zihne takılmamalı, işçinin aşina olmadığı hiçbir kavram ve olay olmamalı, kelimeler ve anlatım olabildiğince en gündelik ve en alışılageldik tarzda olmalı ki, bunun içinden işçi sınıfının, çalışma ve yaşam mekanlarının kendi amansız gerçeği en çıplak, en yoğun, en dolaysız biçimde gözler önüne serilebilsin/yüze çarpsın yaklaşımını, çevirilerde de uygulamaya çalıştık. Levine’in şiirinin, bir büyük sanayi fabrikası işçisi olarak kendi özyaşam deneyimlerine dayandığı kadar, tüm işçilerin ve işçi okurunun özyaşam deneyimleriyle köprü kurmaya dayanan kolektif bir sınıf şiiri olduğunu, her günkü en iyi bilinen ve en görünür olan, ama bir biçimde bilinmezleşmiş, görünmezleşmiş, doğallaştırılmış, kanıksanmış veya içe atılmış olan olay ve nesnelerin varoluş gizemini deşmeyi, yani uzlaşmaz sınıf çelişkisinin “somut durumunun somut şiirini” hedeflediğini yineleyelim. Bu yüzden Levine’in şiirindeki, kelime ve anlatımların bilindikliği, bir mavi yakalı işçi yaşadığı bir olayı birkaç yüz kelimelik dil haznesiyle en bilinen ve en görünen biçimiyle nasıl anlatıyorsa öyle bir bilindikliğin dibinden yükselen sınıf acısı ve öfkesi dalgasını yakalamaya çalıştık. “En azından denedik.”
İşçi sınıfının gizli yaralarının şairi, evrensel proleteryanın evrensel proleter şairi Philip Levine’in önünde saygıyla eğiliyoruz.
Not: Proleter şiire ilgi duyanlar, Çinli Foxconn işçisi Xu Linzi’nin şiirlerinden bir Türkçe çeviri seçkisini ve Linzi’nin bir değerlendirmesini sitemizde bulabilir, Philip Levine’in şiirleriyle karşılaştırmalı bir okumasını yapabilir, ortak noktaları üzerine düşünebilirler:
http://devrimciproletarya.net/intihar-eden-bir-iscinin-siirleri/
.